Prolog: Yaradılış Mitosuna örnek olarak Platon’ik, ekolojik bir ütopya

Tanrılar yeryüzüne inmişlerdi...  Gezegenin üzerinde yapılacak işleri paylaştılar. Baş tanrı Kronos'un oğullarından Poseidon'a denizlerin ve ırmakların tanrısı olmak görevi düştü. Poseidon kendisine yaşam alanı olarak adalar ülkesini, Atlantis'i seçti.

En ortadaki adanın en ortasında her yerden daha verimli bir ova vardı. Ovanının ortasından göğe doğru yükselen dağın tepesinde dünyalılardan Euenor ile eşi Leukippe yaşardı. Kleito adında bir tek kız çocukları oldu. Kleito evlenme çağına geldiğinde annesi ve babası öldüler. Kleito'ya aşık olan Poseidon onunla birleşti. Kızın oturduğu dağın tepesine yerleştiler. Etraflarını kah geniş kah daha dar bir sıra deniz bir sıra karadan oluşan halkalarla örerek insanoğlu için ulaşılmaz bir yaşam alanı yaratan Poseidon, topraktan da biri sıcak biri soğuk iki su kaynağı çıkardı. Bu sayede adada her çeşit bitki bolca yetişmekte, her türden canlı uyum içinde yaşamlarını sürdürmekteydi.

Poseidon'un Kleito'dan beş kez ikiz erkek çocukları oldu, onları büyüttü ve eğitti. Adayı on parçaya bölerek ilk ikizlerden önce doğana üzerinde anasının evinin de bulunduğu en geniş ve en verimli toprakları verdi ve onu bütün kardeşlerin ve adanın kıralı yaptı. Ötekilere de, birçok adam ve geniş topraklar dağıtarak birer hükümdarlık bıraktı.

Poseidon adanın kıralı yaptığı oğluna Atlas ismini vermişti. Ada ve onu çevreleyen okyanus da adlarını bu ilk kraldan alırlar. Okyanusun tüm adalarına hükmeden Atlas'ın soyu giderek çoğaldı, itibarları arttı, krallığın şan ve şerefi nesiller boyu sürdü. Halkın ve ülkenin ihtiyacı olan her şeyi ada onlara vermekteydi. Yapı için gerekli türlü malzeme ve madenler, her türden ehli ve yabani hayvan, onları yetesiye besleyebilecek, göl, ırmak, ova ve otlaklıklarla dünyanın en güzel kokularını saçan, özlerinden içkilerin, şifa veren ilaçların, yağların yapıldığı kökler, otlar, çiçekler ve ağaçlar, beslenmek için muhtaç oldukları zahire, türlü sebzeler, tüm kabuklu ve yumuşak meyve çeşitleri görülmemiş güzellikte ve sayısız denecek kadar bol yetişmekteydi. Adanın sunduğu doğal zenginliğin bilinci içinde evlerini ve kentlerini imar ederek zevkle süslediler. Kullandıkları sular Poseidon'un kutsal ormanına geri dönmekte ve buradaki her cinsten ulu ağaçları beslemekteydi.

On kraldan her biri kendi topraklarında yasaları koyar, hizmetleri düzenler ve denetlerdi. Kralların birbirleri üzerindeki nüfuzu Poseidon'un yasaları ile düzenlenmişti. Geleneksel olarak her beş yılda bir toplanırlar, hepsini ilgilendiren işleri görüşürler, içlerinden yasaya aykırı davranan olmuşsa muhakeme ederlerdi. Karar vermeden önce toplandıkları kutsal tapınağın sütunlarına yazılı yasalara göre hüküm vereceklerine, bunlara karşı gelmiş olanları cezalandıracaklarına, yasalara bilerek karşı gelmeyeceklerine, yasalara uygun olmayan emirler vermeyecekleri gibi onlara aykırı emirlere de boyun eğmeyeceklerine hem kendileri hem sülaleleri adına ant içerlerdi. İçlerinden yasalara karşı gelmekle suçlu buldukları varsa onun hakkında verdikleri hükümleri, altın bir levha üzerine yazarlar ve tapınağın duvarına asarlardı.

İçlerinde taşıdıkları tanrıca öz sayesinde adayı nesiller boyunca düşünce ve erdemle yönettiler Zenginlikleri gün geçtikçe çoğaldı. Birbirlerine, ne olursa olsun yumuşak, doğru ve düşünceli davrandılar. Ölçülü yaşadılar, erdemle sevgi buluştuğunda zenginliklerin çoğaldığını, zenginliğin peşinden koşulduğunda ise sevginin ve erdeminde birlikte yok olacağını bildiler. Nesiller boyu mutlulukları sürdü.

Dünyalılar ile sık sık birleşmeleri yüzünden içlerindeki tanrıca öz zamanla azaldı. İnsanlık özü üstün gelmeye başladı. Yaşadıkları refahı hazmedemeyenler soysuzlaştılar. Gerçek değerlerin en güzellerini kaybettiler. Gerçek bahtlılığın ne olduğunu bilmeyenlere, artık birer zorba ve açgözlüden başka bir şey olmadıkları zaman bile büsbütün güzel, büsbütün bahtlı göründüler.

Evrende durmadan değişen, her şeyi gören tanrılar tanrısı Zeus, bir zamanlar düşünce ve erdemin yönettiği soyun bahtsızlığını fark ettiğinde, onların akıllarını başlarına getirmek için bütün tanrıları kutsal evinde bir araya topladı. Onlara dedi ki........

Böyle bitiyor Platon'un Kritias'ı birden, 10.000 yıl önce batan kıta Atlantis'i anlatırken.

Mitosa Karşı Bilim

Değişik kültürlerde Platon’un Atlantis betimlemesi benzeri değişik yaradılış ya da yokediliş mitosları vardır. Yaratan ve düzeni kuran tanrısal güç tüm mitosların ana fikrini oluşturur. Bu mitoslarda genel olarak herşeyden önce kaos vardır, boşluk ve hiçlik anlamındadır kaos. Kaostan dişi varlık ile erkek varlık doğar. Yer, gök, denizler ve tanrılar da onlardan doğarlar. Tanrılar insanı yaratırlar, ama sonradan onunla birleşip çoğaldıkça kendi özlerini kaybederler. Doğa güçlerini simgeleyen bu ilk tanrıların soyları giderek tükenir. Onların yerini tek tanrılı dinler ve aklın iktidarına dayalı, insan merkezli bir dünya görüşü alır.

Tanrı adını kullanmaktan özenle kaçınmakla birlikte bilim de en baştaki boşluk ve teklikten her şeyin oluştuğunu söyler. Oluşumu tarif edebilen fizik teoriler ve onları destekleyen matematik modeller sayesinde biz bugün 13 milyar 700 milyon yıl öncesinde meydana gelen “big bang” yani büyük patlamaya kadar geri gidebiliyoruz.


Kainatın başlangıcı sayılan büyük patlama ile madde oluştu. Uzay boşluğunu doldurarak genleşen madde ile birlikte zaman da işlemeye başlamış oldu. Başlangıçtan bu yana kainat genleşmeye ve giderek soğumaya devam ediyor.

Uzayda ve yeryüzünde edinilen bulguların ışığında, bilimsel olarak büyük patlamadan bugüne kadar geçen 13 milyar 700 milyon yılın yaklaşık simulasyonunu yapabilecek düzeydeyiz. Sadece patlama ile ondan sonraki milyonda bir saniye arasında neler olup bittiğini izah etmekte yetersiz kalıyor bütün kuramlar. Mikroskobik bir boyuttan astronomik bir sonsuzluğa doğru oluşan bu ani şişme sonucunda oluşmuş olduğu varsayılsa da evrenin, maddenin, uzayın ve zamanın tam olarak neden ve nasıl oluşmuş olduğuna dair hiç bir bilimsel kanıt yok henüz elimizde.

Yani Bilim insanları için de halen Tanrının eli şimdilik tek veri olarak kalmaya devam ediyor...

"Oikia Logos", "Dünya Bizim Evimiz"

Antik çağ felsefesinin kullandığı biri birine çok yakın iki terim vardır: LOGOS ve NOMOS. Logos, değişmeyen evrensel yasa anlamına gelir, sonraları akıl, mantık, bilim anlamında kullanılmıştır. Nomos ise, tanrının buyruğu anlamında olup sonraları gene kural ya da yasa anlamında kullanılmıştır. Logoslar evrenin mutlak gerçeklerini ifade ederler ve değişmezlerdi. Nomosları tanrılar gerektiğince buyurur ve yollarlar, ozanlar ve filozoflar da krallarına taşırlardı; yani nomoslor yerine ve zamana göre değişebilirdi.

Yeni bir kavram üretmek ve onu kabul ettirmek oldukça zordur. Bu yazıya mevzu bahis olan kavram ile ilk kez Ernst Haeckel'in 1866 yılında yayınlanan "Organizmaların Genel Morfolojik Yapısı" adlı eserinde karşılaşıyoruz.


Üzerinde yaşadığımız dünyayı evi (Yunanca: oikia/oikos) olarak hissedebilmiş olmalı ki Haeckel, dilbilimi açısından, evrensel yasa ile uyum içinde olan, değişmeyen, yeryüzünün(evin) yapısı anlamına gelen, oikia ve logos kavramlarının bileşiğinden türetmiş olduğu "ekoloji" sözcüğü arkasından gelenlerce benimsenerek günümüze kalabilmiştir.

Ekoloji kavramının etimolojik bir kardeşi daha vardır: ekonomi. Üreme ve üretim, tükenme ve tüketim, paylaşım ve dönüşümlerin ifadesi olarak, evi idare eden güncel, değişken kurallar anlamına gelen oikia ve nomos kelimelerinden türetilmiştir.

Nasıl ki, sağlıklı bir yaşam için, içinde yaşanan evin ekonomik idaresi kadar ekolojik yapısı önemliyse, üzerinde yaşamakta olduğumuz gezegende de sağlıklı bir yaşamın sürdürülebilmesi için bunun yapısına ve idaresine dair bilgi sahibi olmamız gerekiyor.

Bu açıdan bakıldığında, Ekoloji ve Ekonomi hakkında düşünmeye başlayabilmek için önce evrenin başlangıcına zorunlu bir yolculuk yapmamız gerekecek.

Gerçek Nerede?

Nasıl başladı ?
Ben kimim, yaratan kim ?
Evren nedir ? Nedir yaşamak ?
Varlık, can, insan nereden geldiler, nasıl ve neden ?
Geçmiş ne kadar eski ve gelecek ne kadar uzak ?
Ben nereye gidiyorum, bir geri dönüş var mı, nasıl ve ne zaman ?
Ya düşünen şu akıl; nereden geldi ve nasıl oluştu ?
Düşünmeyi nasıl öğrendim, nasıl sıyrıldım diğerlerinin arasından ?
Ya bütün bu sorulara cevap aramak ne kadar anlamlı ?
Anlamı aramak ve aramayı anlamlı kılmak ne kadar anlamlı ?
Aradığım yepyeni bir şey mi acaba ?
Yepyeni bir şey bulunabilir mi hala şu maddi dünyada?
Yoksa manevi dünyada mı aramalıyım yeni bir şeyi?
Yoktan yeni bir şey var olabilir mi ?
Ya var olan yok olabilir mi bir zaman, yeniden ?
Yoksa aradığım, kaybettiğimi sandığım eski bir değer mi acaba ?
Öyleyse kendimi mi arıyorum, yoksa geçmişimi mi kaybettim bir yerde, bir zaman ?
Ne kadar zamandır arıyorum yepyeni olanı ?
Yeniden ve yeniden doğdukça arayacak mıyım hep yeniden ?
Ne kadar zamandır arıyorum kaybolanı ?
Aradığım ben miyim, beni mi kaybettim ?
Kendimi kaybettiğim için mi başlamıştım düşünmeye,
Düşünmeye başladığım için mi kaybetmiştim yoksa kendimi ?
Hangisi sebep, hangisi sonuç ?
Bilemiyorum... bu da beni mutlu etmiyor.

Ya mutluluk, o nerede ?
Yeniden doğmakta mı, yoksa doğurmakta mı ?
Kavga vererek büyümekte, varolmaya çalışmakta mı ?
Yoksa, ölmekte, yok olmakta mı ?
Nefrette mi, yoksa aşkta mı ?
Bilmekte, görmekte, söylemekte mi, mutluluk ?
Yoksa bilmemek, görmemek, söylememek mi doğrusu ?
Madde mi mutludur, yoksa enerji mi ?
Dokunmakta mı bunlara mutluluk, yoksa uzak durabilmekte mi ?
Çirkinle, kötüyle kim mutlu olabilir, güzel ve iyi dururken ?
Güzel olabilir miydi, güzel dediğimiz, ya çirkin varolmasaydı ?
İyinin ne değeri kalırdı, kötünün olmadığı bir dünyada ?
Kötülüğü dengeleyen iyilik midir ? Yoksa çirkinlik çirkinlikle mi dengelenir ?
Dengede mi aranmalı mutluluk, akışın, hareketin, değişimin ve devinimin olmadığı durağanlıkta mı ?
Yoksa başıboşlukta, kaosta, belirsizlikte mi ?

Gerçeği ararken kaybolmuştu... Bu ve daha bir çok benzeri soruları soruyordu;
cevaplar arıyordu sorularına düşünen, düşüneli ...

Bilime göre evren nasıl oluştu

Kainatın başlangıcında, her şeyden önce Kaos vardı. Madde, uzam ve zaman henüz yoktular. Neden ve nasıl olduğu bilinmeyen büyük bir patlama olduğu, maddenin de bu patlama sonrasında oluştuğu varsayılmaktadır. Uzay boşluğunu doldurarak genleşen madde ile birlikte zamanın da işlemeye başlamış olduğu tahmin ediliyor.


Büyük patlama teorisi ilk kez 1920’li yıllarda ortaya atıldı. Galaksilerin birbirlerinden hızla uzaklaşmakta olduklarının tespit edilmiş olması bu patlamanın başlıca delilini teşkil ediyordu. Uzayın genleşmesinin ölçülebilir olması neticesinde de büyük patlamanın günümüzden 13 milyar 700 milyon yıl önce gerçekleşmiş olduğu hesaplandı. Bu gün bilim insanları ellerindeki enstrumanlar sayesinde 13 milyar yıl öncesine bakabilme yetisine sahipler. Bu da neredeyse büyük patlamadan 1 milyar yıl sonrasını görebilme anlamına geliyor.


Yapılan hassas ölçümler sonucunda bilim insanları uzayın üç boyutlu değil, sadece iki boyutlu bir düzlemde varolduğunu saptadılar. Başlangıçtan bu yana kainat genleşmeye ve giderek soğumaya devam ediyor. Bu genleşme bir gün son bulacak ve yerini “Big crunch” denilen kendi içine çökmeye büzülmeye mi bırakacak? Uzaybilimcilere göre eldeki bilgiler ve varsayımlar henüz genleşen malzemeyi durduracak ve bu işlevi geri dönüştürecek miktarda karşı madde olmadığı doğrultusunda.

Big Bang

Kainatın başlangıcına geri dönecek olursak, akla şöyle bir soru takılıyor:
Nasıl olabilmişti de bir hiçlikten madde oluşabilmişti?


Patlama sırasında tüm madde bir plazma halinde bulunuyordu, çok yoğun ve çok sıcak bir parçacık çorbası halindeki kainatın tamamı o anda bir protondan bile daha küçüktü.

Büyük patlamadan sonra saniyenin milyonda biri kadar bir zaman geçmişti ki, ısı henüz bir trilyon dereceydi, plazma şeklindeki enerji bir anda ışınıma, parçacıklara ve antiparçacıklara dönüştü; üç kuarkın bir araya gelmesi sonucu protonlar ve nötronlar oluşurken, aynı anda elektron, positron, gluon ile foton ve bunların antiparçacıkları oluşmakta ya da bozunmaktaydı.


Patlamadan bir saniye sonra ısı 10 milyar dereceye, 3 dakika sonra ise bir milyar dereceye kadar düştü. Bu sırada bir protonla bir nötronun kaynaşması sonucu ilk atom çekirdeği deuterium(ağır hidrojen) oluşumu başladı; ısı düştükçe helium, lithium ve berilyum çekirdekleri bu oluşumu takip etti.

Elementler

Element olarak nitelendirdiğimiz kimyasallar tüm canlı ve cansız maddenin temel taşlarıdır. Milyarlarca yıldır yeryüzünde doğal olarak bulunan 90 civarında kimyasal element vardır; ilginçtir ki, insanlar bunları ancak 18. yüzyılda keşfebilmişlerdir.


Başlangıçtaki bulutsu ya da sis halindeki parçacıklardan ilk hidrojen atomu oluştuğunda büyük patlamadan tam 300 bin yıl geçmişti. Bu birleşme için ısının o dönemde 3000 Kelvin’in altına düşmüş olması gerekiyor. Yeryüzündeki tüm canlı ve cansız maddenin temel taşlarını oluşturan diğer elementler ise tahminen büyük patlamadan ancak bir milyar yıl sonra oluşmaya başladılar. Uzay o zaman tek bir nükleer füzyon reaktörü gibi işlemekte, galaksiler, yıldızlar ve gezegenler bir bir ortaya çıkmakta ya da yeniden parçalanıp yok olmaktaydılar.


İşte bu bulutsuların bünyesinde hüküm süren yüksek ısının tesiri altında iki hidrojen atomunun füzyonu(atom çekirdeklerinin birleşmesi) sonucu ilk helium atomu oluşmuş olmalı. Tüm yaşamın temel taşlarını oluşturan diğer elementler de bu şekilde meydana geldiler; karbon örneğin 3 helyum atomunun, oksijen ise bir karbon ile bir helyumun kaynaşması neticesinde oluşmuşlardır.


Bugün sentetik olarak üretilen ve radyoaktif olanlarla birlikte 118 element bulunuyor; evrende ise bunlardan daha da fazlası olmalı. Yeryüzünde yeni elementler üretebilecek birkaç laboratuar var, buralarda atomlar hızlandırılarak çarpıştırılıyorlar, bu çarpışmalar sonucu ortaya yeni radyoaktif çekirdekler çıkıyor, aynı milyarlarca yıl önce uzayda yıldızların oluşmasını sağlayan doğal element oluşumları gibi.

Güneş Sistemi ve Gezegenler

Güneş sistemi 4 milyar 560 milyon yıl önce oluşmaya başladı. Önce uzaydaki toz ve gaz parçacıkları karşılıklı moleküler etkileşim sonucu, boşlukta iplikçikler oluşturmaya başladılar. İplikçikler galaksimizin helezonik hareketi ve devam eden çekirdek tepkimeleri sonucu kaynaşarak yumaklaşmaya başladılar. Kütlesi artan bu yumakçık artan çekim gücü ile daha fazla miktarda parçacığı kendine doğru çekerek güneş sistemimizi oluşturacak kuluçka dönemine girdi.


Rotasyon, merkezkaç kuvvetler, yerçekimi ve oluşan iç basınç gibi değişik kuvvetler bu gelişmeye ivme kazandırdılar. Böylece toz ve gazlardan yassı plak şeklinde bir topaç oluştu. Topaç tahminen 100.000 yıl gibi bir süreçte sertleşmeye başladı. Oluşmaktaki bu genç yıldızın çevresinde dönerken yumaklaşan toz ve gaz parçacıklarından da sonraki 100.000 yıl içinde bazı asteroidler oluştu. Bu asteroidlerden sonraki birkaç milyon yıl içinde maddenin giderek yoğunlaşması neticesinde güneş sistemdeki gezegenleri oluşturdular.


Güneş ve onunla birlikte sistemin tüm gezegenleri Samanyolu galaksisin merkezi etrafında saniyede 250 km süratle yol alırlar ve bir dönüşü 200 milyon yılda tamamlarlar. Dünya güneşin etrafındaki dönüşünü bir yılda tamamlarken saniyede 30 km süratle yol almaktadır. Güneşten en uzaktaki gezegen Plutonun bir dönüşü ise tam 284 yıl sürer.


Gezegenlerin dışında güneş sitemini düzenli olarak ziyaret eden, buz ve tozdan ibaret değişik kuyruklu yıldızlar da vardır. Çapı 100 km’ye ulaşabilen bu kometler güneş sistemindeki tüm gezegenler gibi dünyamız için de oldukça büyük bir tehlike oluştururlar. Bunlardan ayrılan ve meteor adını verdiğimiz parçacıkların sıklıkla dünya atmosferine girerek yıldız kayması adını verdiğimiz görüntüye de neden olurlar. Saatte 250.000 km hızla atmosfere girerek sürtünme sonucu ısınan ve yanarak ışık oluştururlar.


Galaksimizde başıboş milyonlarca meteor ve asteroid bulunur. Güneş sistemine girenleri genelde Jüpiterin büyük çekim gücü etkiler. Son ölçülebilen çarpışma 1994 yılında oldu; o yıl Jüpitere dünya büyüklüğünde bir meteor çarptı; bu çarpışmada 200 atombombası büyüklüğünde bir patlamaya neden oldu. Bu çarpışma dünyada olsaydı, bugün hiç bir yaşam olamazdı. Dünyanın genelde 30 milyon yılda bir yoğun bir meteor yağmuruna maruz kalabileceği hesaplanmış. O zaman bir meteorun dünyaya çarpma olasılığı oldukça fazla. Böyle bir çarpışmanın en son günümüzden 65 milyon yıl önce meydana geldiği ve dinazorların ölümüne neden olan olay olduğu var sayılıyor.

Enerjiden Madde..... Maddeden Enerji

Patlamadan 200 milyon yıl sonra madde ve kütle ile birlikte çekimgücü de ortaya çıkmaya başlıyor. Oluşan maddenin bir merkezde yoğunlaşması ve bulutsu halinde bulunan parçacıklara çekimgücünün etkimesi ile bu parçacıkların rotasyonuna neden oluyor. Bu tür bir spiral bulutsudan sonunda yeni bir yıldız doğacak.


Rotasyonun hızlanması ile oluşan basınç sonunda madde merkezde giderek yoğunlaşıyor. Hidrojenden helyuma çekirdek tepkimeleri sonraları azot ve oksijene ve nihayetinde demire kadar süren bu süreç sonunda uzayda ilk gezegenleri ve yıldızları oluşturan bir süreci de başlatıyor. Bu sürecin 900 milyon yıl kadar sürdüğü tahmin ediliyor. Çekirdek kaynaması neticesinde serbest kalan enerji ısı ve ışığa dönüşerek güneşler oluşuyor.


Büyük patlamadan 1 milyar yıl sonra ilk yıldız kümeleri ve galaksiler oluşmaya başladı. Bizim galaksimiz olan Samanyolu da günümüzden 11 milyar yıl önce yani büyük patlamadan 2 milyar 700 milyon yıl sonra oluştu (son bazı yeni ölçümler sonucu Samanyolu’nun neredeyse büyük patlama ile yaşıt olduğunu iddaa edenler de var). Çapı takriben 120.000 ışıkyılı, kalınlığı ise 3500 ışıkyılıdır. Spiral bulutsular türünden bir galaksi olup, bünyesinde 200-300 milyar civarında güneş bulunur. Merkezinde büyük miktarda kara madde ve kara delikler bulunduğundan(muazzam bir çekim gücü oluşturan) galaksiyi kendi içinde merkezkaç kuvvetlerini dengelemesine karşın, dış çeperlerdeki bazı yıldızların galaksiden kayıp gitmesine engel olamamaktadır.


Henüz yeni keşfedilen Sagittarius A bu karadeliklerden sadece biridir; güneşin 3 milyon katı ağırlığındadır. Samanyolunda bu güne dek keşfedilmiş en eski gezegen olan Methusalem tam 13 milyar yıl yaşındadır. Ağırlığı Jüpiterin iki katıdır, bizim güneş sistemimizden 3 kat daha yaşlıdır. Dünyadan 5600 ışıkyılı uzakta, akrep takımyıldızında bulunur.


Büyük patlamadan 10 milyar yıl sonra evrenin oluşumu büyük oranda tamamlanmıştı. İlk oluşan yıldızlarsa çoktan patlayıp yok oldular. Onlardan geriye kalan madde uzaydaki yıldızlararası karanlık tozun içine karıştılar. Kara madde olarak nitelenen bu malzeme milimetrenin bindebiri ile ondabiri arasındaki parçacıklardan oluşmasına karşın tüm evrensel maddenin tahminen %80’ini oluşturmakta. Dünya yörüngesine isabet eden miktar ise 50.000.000.000.000.000 ton olarak tahmin ediliyor. Bu malzemenin tamamı hidrojen ve helyumdan ibaret, ama zaman zaman meydana gelen yıldız ve galaksi süpernova patlamaları sonucunda bir miktar karbon, azot ve oksijen ile bazı ağır elementler de bu buharlaşan, patlayan yıldızların külleri olarak uzaydaki kara maddeye karışabiliyorlar. Aynı malzeme yeni bir gezegenin ya da yıldızın doğuşuna da neden olabiliyor. Gezegenimizi ve güneş sistemimizin oluşmasına da neden olan evrensel toz ya da sis yeryüzündeki ve bedenimizdeki her zerrenin bir zamanlar uzayda varolan başka yıldızların küllerinden başka birşey değil.


Bugün dahi her galaksi içinde bir yılda ortalama 100 yeni güneşin oluştuğu tahmin ediliyor. Evrenin başlangıcından bu yana da 100 milyar civarında galaksi oluşmuş olmalı; hidrojen var olduğu sürece de bu oluşum devam edecek. Yıldızlararası boşluğu dolduran bu hidrojen bulutsuları eksi 150 derece. Kara madde ile birlikte bu bulutsular bir gün yeni oluşacak bir yıldızın ya da gezegenin de ana malzemesini oluşturacak.

1. Mutlak Gerçek: Güneş

149 milyar 600 milyon kilometre uzağımızda bulunan bu gökcisim 1 milyon 392 kilometrelik çapı ile dünyamızdan 109 kat daha büyük, kütlesi dünyamızın 333 bin misli, hacmi ise 1 milyon 300 bin misli. Yüzeyinde yaklaşık 6000 derece olan ısı, merkezinde 15 milyon dereceyi buluyor.


Bu yüksek ısı ve güneşin uzaya yaydığı ışık, iki hidrojen atom çekirdeğinin bir helyum atom çekirdeğine dönüştüğü nükleer füzyon denilen doğal tepkimeden kaynaklanıyor. Bilimin, beş milyar yıldır sürdüğünü ve en az bir o kadar daha da süreceğini varsaydığı nükleer füzyon sırasında, her saniyede 650 milyon ton hidrojen 646 milyon ton helyuma dönüşüyor, dört milyon ton madde de enerjiye dönüşerek uzaya yayılıyor. Güneş, her 1.5 milyar yılda, kütlesinin yüzde 1 kadarını kaybederken, uzaya yayılan bu enerjinin sadece iki milyarda biri dünyaya ulaşıyor.

Saniyede 300 bin kilometre katederek 8 dakikada yeryüzüne ulaşan güneş enerjisinin gücü 175 milyar Megawatt; bu ışınımı yüzde yüz kullanılabilir enerjiye dönüştürecek teknolojik altyapıya sahip olabilseydik, tüm insanlığının bir yıllık enerji gereksinmelerini 20 dakikada karşılayabilirdik.

Dünya ekosistemini oluşturan tüm canlıların varoluşu sadece ve sadece güneşten gelen enerjinin biyosferdeki(yaşamküre) dönüşümleri(transformasyonları) ile mümkün olabilmektedir. Yeryüzündeki tüm varoluşun birinci temel taşı olması sebebiyle güneşi birinci mutlak gerçek olarak niteliyoruz.


Güneşten gelen enerjinin bir kısmı karalar, denizler ve atmosfer tarafından depolanır, rüzgarların, dalgaların, buharlaşmanın, yağmurların, akarsuların, kısaca yaşamı mümkün kılan tüm atmosferik şartların motor gücünü oluşturur, ekosistemin dönüştüremediği ve depolayamadığı büyük miktarda güneş enerjisi ise yeryüzünden uzaya geri yansır. Sadece ve sadece binde beşi kadarı ise bitki örtüsü tarafından fotosentez yolu ile soğurulmaktadır.

Dünya

Dünya da güneş sistemi ile birlikte 4,6 milyar yıl önce oluşmaya başladı. Bu oluşum takriben 500 milyon yıl sürdü, o zaman dahi henüz kor halindeki dünyanın atmosferi ve belirli bir ekseni yoktu. Subuharı, hidrojenklorid Korbonmonoksit, karbondioksit ve azot gibi gazlar yeryüzüne çıkarlarken, demir gibi ağır elementler de yere batmakta ve dünyanın çekirdeğini oluşturmaktaydı .


Bu sırada Mars büyüklüğünde dev bir asteroidin dünyaya çarpması sonucunda büyük miktar lav dünyadan koparak uzaya yayıldı ve dünyanın çevresinde bir halka oluşturdu. Halkayı oluşturan lav, kül ve tozdan meydana gelen parçacıklar zamanla birleşerek dünyanın uydusu olan ayı oluşturdu. Bu çarpışma neticesinde dünyanın ekseni de 23 derece olarak sabitlenerek mevsimlerin oluşmasına neden oldu.


Zamanla düşen ısı neticesinde dünyanın yüzeyi soğumaya başladı, sertleşmeye başlayan kabuk ile sıvı çekirdek bir birlerinden ayrışmaya başladılar. Bu dönemde dünyanın henüz koruyucu bir atmosferi olmadığı için meteorlar dünyayı dövmeye devam ediyordu.

2. Mutlak Gerçek: Atmosfor

Güneşten uzaya yayılan enerji yeryüzüne yaklaştığında ilk olarak dünyayı saran atmosferle karşılaşır. Atmosfer, yeryüzünü uzayın soğuğuna, güneşin sıcağına karşı izole eden, gece ile gündüz arasındaki ısı farklılığını belirli sınırlar içinde tutan, ses dalgalarının yayılmasını ve seslerin duyulmasını sağlayan, güneş enerjisinin her türlü transformasyona uğramasıyla meteorolojik oluşumların meydana geldiği, tüm yaşamı ve solunumu mümkün kılan gazların bir araya geldiği hava katmanlarından oluşmaktadır.


Günümüzden 4,6 milyar yıl önce dünya oluşmaya başladığında, ağır maddenin merkezde yoğunlaşarak ısınması neticesinde, başta dünyayı sarmalayan ve ilk atmosferi oluşturan gazlardan hidrojen ve helyum, yerçekiminin de henüz çok zayıf olması neticesinde uzaya dağılmıştı. Günümüzden 4 milyar yıl öncesine gelindiğinde yerküre soğuyarak büzüşmeye devam ediyor, merkezde sıkışan hidrojen, oksijen, azot ve karbon gazları da volkanik patlamalar sonucu yeryüzüne dağılılıyorlardı. İkinci atmosfer olarak niteleyebileceğimiz bu dönemde yeryüzünü kaplayan hava katmanı %80 oranında subuharı(H2O), %10 oranında Karbondioksit(CO2) az miktarda da Metan, Amonyak, Hidrojensülfür ve muhtelif Azot bileşiklerinden oluşmaktaydı.


Diğer elementlerle kolayca reaksiyona giren saf Oksijenden yoksun o zamanki atmosferimiz adeta bugünkü Mars ve Venüs atmosferlerini andırıyordu. UV ışınlar ve fotokimyasal reaksiyonlar sonucu bu moleküller de zamanla parçalandılar ve atmosferimizin bu günkü terkibini oluşturan gazlardan hidrojen, oksijen, azot ve karbon bileşikleri ortaya çıkmaya başladı.


Diğer gazlarla etkileşime girmeyen azotun atmosferdeki yoğunluğu giderek arttı. Yeryüzü kabuğunun soğumaya devam etmesi ve ısının 100 derecenin altına düşmesi ile atmosferdeki su buharı yoğunlaşarak suya dönüşmeye başladı. Böylece, günümüzden 3,2 milyar yıl önce okyanuslar oluşurken, su ile reaksiyona giren atmosferdeki karbondioksit de karbonata dönüşerek kireçtaşı olarak okyanus diplerinde çökelmeye başladı. O zaman atmosferdeki oksijen oranı bugünkünün sadece %1’i kadardı ve yeryüzünde canlı yaşamın ortaya çıkabilmesi için gerekli koşullar henüz oluşmamıştı. Bu nedenle ilk canlıların, UV ışınların ulaşamadığı okyanus derinliklerinde ortaya çıktığı tahmin ediliyor; yaşam için gereken enerjiyi anaerob(havasız) ortamda gerçekleştirdikleri fermantasyon ile sağlayarak varlıklarını sürdürebildikleri düşünülüyor.


Daha sonraları, atmosferde daha uygun koşullar oluştuğunda bu canlılar yüzeye doğru çıktılar ve fotosentez yaparak yaşamlarını sürdürmeye başladılar. Fotosentez sürecinde ortaya çıkan oksijenin atmosferde yoğunlaşması sayesinde diğer gelişmiş canlılar için de yeryüzünde uygun yaşama koşulları oluşmaya başlamış oldu. Ancak, gelişmiş canlıların yaşamı için elzem olan oksijenin atmosferdeki bu günkü yoğunluğuna takriben günümüzden 500 milyon yıl önce ulaştığı tahmin ediliyor. Yeryüzünü kaplayan dev ormanların ve dinazorların ortaya çıkmaları da aynı dönemde olmuştur.

Güneş ışınlarının, güneş sistemindeki diğer gezegenlere de ulaşmasına karşın onlarda bir yaşam olduğundan söz edilemez, çünkü oralarda insanın anladığı anlamda bir yaşam için uygun atmosferik şartlar yoktur. Böylece atmosfer, güneşten sonra yeryüzünde tüm yaşamı mümkün kılan ikinci temel taş, ikinci mutlak gerçek olma niteliğini taşımaktadır.

Bugün soluduğumuz hava, % 20.95 oksijen, % 78.11 azot, % 0.94 oranında karbondioksit ve argon, neon, xenon, helyum, kripton gibi soy gazlar içerir.


Havanın en büyük katmanı olan azot, toprakta bulunan bakteriler tarafından diğer elementlerle birleştirilir ve beslenme zincirinin ilk halkasını oluşturan bitkilere besin olur. Bu açıdan, bitkiler bütün canlılar için gerekli olan proteinleri ve diğer azotlu organik bileşikleri üretirler.


Havanın kuşkusuz en önemli katmanı oksijendir. Canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için gereken oksijeni solunum yolu ile alırlar. Vücuda girer, besin maddelerinde depolanmış bulunan güneş enerjisi sindirim sırasında oksijenle birleşir. Bu yanma sırasında açığa çıkan enerji sayesinde canlı yaşamını sürdürebilir. Yanma olayı bir elementin oksijenle birleşmesi demektir. Atmosferde oksijen bulunmasaydı bedensel enerji transformasyonları gerçekleşemeyeceği için yeryüzünde yaşam olamazdı. Ocaklarda, motorlarda, santrallerde herhangi bir yakıtın yanması da mümkün olamazdı.

Canlıların yaşamlarını, insanların da kurmuş oldukları yapay düzenlerini sürdürebilmeleri için harcanan oksijen bir şekilde atmosfere geri dönüyor olmasaydı, bugüne dek tüm oksijeni tüketmiş olabilirdik. İşte bu nedenledir ki, gerek nefes gerekse yakıtların yanması sonucu havaya salıverilen karbondioksiti fotosentez sırasında indirgeyerek oksijeni atmosfere geri kazandıran yeşil bitki örtüsü yeryüzünün akciğeri olarak görülmelidir.

3. Mutlak Gerçek: Fotosentez

Bitkiler, fotosentez işlemi sırasında ışık olarak güneşten gelen enerjiyi, bünyelerindeki klorofil pigmentinin yardımı ile soğururlar ve bir şeker türü olan glikoza, yani kimyasal enerjiye dönüştürürler, özsu halinde bütün dokularına taşırlar. Bir yandan da, bakteriler tarafından nitratlara dönüştürülen azot ve bitkilerin dokusal yapıları için gereken diğer mineraller toprakta nem ile çözünmüş halde bulunur ve bitki köklerince emilir.


Hücrelere glikoz olarak taşınan enerji, burada başka bir karbon bileşiği olan selüloza, yani bitkisel dokuya dönüşür ve böylece bitki büyür ve gelişir. Bitkiler ile sudaki bazı mikroorganizmalar fotosentez yetenekleri sayesinde kendi besinlerini kendileri üretebildikleri için ototrof canlılar ya da üreticiler olarak tanımlanırlar. Yaşam için gereken enerjiyi, kendi üretemeyen heterotrof(tüketici) canlılardan otoburlar bu ihtiyacı bitkilerle, etoburlar ise bitki ve/veya bitki yiyenlerle beslenerek sağlarlar.

Yeryüzündeki tüm yaşamın sürebilmesi için gereken enerji döngüsünün ilk halkasını oluşturduğu içindir ki, fotosentezi üçüncü mutlak gerçek olarak nitelendiriyoruz.

Beslenme Ağı

Beslenme ağı yolu ile güneşten gelen enerji canlıdan canlıya geçer. Besinlerdeki enerji, alınan nefesteki oksijen ile reaksiyona girerek yanar; ortaya çıkan su idrar ile, karbondioksit ise yine nefes ile dışarı atılır.


Beslenme ağı sürekli olarak enerjinin maddeye, maddenin enerjiye dönüşümünü ifade eden doğal bir programdır. Bu programın prosedürünü oluşturan her bir canlı türü, bir veya birçok başka türle beslenirken başka birçok türe de yem olmak durumundadır. Bu döngünün kalıcı olabilmesi beslenme ağının ya da zincirinin halkalarını oluşturan canlı türlerin tümünün kalıcılığına bağlıdır.

Yetersiz beslenme bedenin zayıflamasına, aşırı beslenme ise şişmanlamasına neden olur. Her iki durum da bedendeki enerji döngüsünün sağlıksız işleyişinin göstergesidir. İlk durumda beden kalbi, ikinci durumda ise kalp bedeni taşımakta zorlanacaktır. Aşırı ya da yetersiz beslenme türlerin yok olmasına ve beslenme ağında delikler açılmasına neden olabilir.

Karbon Döngüsü

Güneşten gelen enerji karbon bileşikleri olarak beslenme yolu ile canlıdan canlıya geçerek yeryüzündeki yaşamı olanaklı kılar. Yarın güneş doğmasaydı yeryüzünde taş, toprak, hava ve su olabilirdi, ancak can olamazdı. Karbon, canlı dokularda, karbonhidrat, yağ ya da protein bileşikleri olarak birikir; o canlıyla beslenen diğer canlılar da enerji ihtiyaçlarını bu bileşikler sayesinde karşılamış olurlar.


Canlı öldüğünde bedeni toprağa karışır ve bakteriler tarafından parçalanır; böylece topraktan gelen mineraller toprağa, havadan gelen karbondioksit de gaz olarak atmosfere geri dönmüş olur. Paralayıcılarca dönüştürülemeyen karbon toprak altında kalarak fosil yakıtlara dönüşür. Fosil yakıtlar olarak nitelediğimiz kömür, petrol ve doğalgaz karbonifer döneminde yaşamış bitki örtüsünün toprak altında, havasız ortamda, milyonlarca yıl boyunca ısı ve basınca maruz kalması sonucu oluşmuş, güneş enerjisinden başka birşey değildirler. Bunların yakılması sonucu ortaya çıkan karbondioksitin atmosferde zenginleşmesi yeryüzündeki iklim değişikliklerinin başlıca nedenidir.


Karbondioksit suda kolayca çözünebilen bir gazdır; bu nedenle göller ve denizler birer karbon deposudur. Sudaki karbon oranı düştüğünde havadan suya kolayca karbondioksit karışabilir. Tersi durumda ise sudan atmosfere karbondioksit çıkar. Deniz canlıları arasında da ayrı bir karbon alış-verişi vardır. Suda genel olarak karbonat ya da bikarbonat olarak bulunan fazla karbon ya gaz olarak atmosfere çıkar ya da kireç taşı olarak deniz dibine çökelerir ve sedimentasyon oluştur. Çok sayıda deniz canlısı da kabuklarını deniz suyundaki karbondan imal ederler. Genel olarak denizler ile atmosfer arasında yıllık olarak 100 milyar ton civarında bir karbondioksit alışverişi olduğu tahmin edilmektedir.


Karbon içerikli organik maddenin mikroorganizmalarca yeterince parçalanamadan, su altında çürümesi sonucu bataklık gibi ortamlarda kömürün en genç hali olan torf oluşur.

Ekolojik Tolerans

Karbon, azot ve oksijen gibi, fosfor ve kükürt, hidrojen ve su döngüleri, madde ve enerji transformasyonları, beslenme zinciri, gündüz-gece döngüsü ve mevsimler doğal yasa gereği kapalı devreler şeklinde programlıdır.


İnsanlığı yönlendiren egemen güçler tarafından bilinçli olarak doğal bir felaket planlanmıyorsa, ekolojik toleransı zorlayıcı etkinliklerden, doğal döngüleri ve işleyen kapalı devreleri kırabilecek faaliyetlerden kaçınılma zorunluluğu vardır.

Canlı Varlık

Varoluş ve yaradılış tarih boyu dinin ve felsefenin başlıca uğraşı idi. Bilimin gelişmesi ve bilimsel düşüncenin yayılması ile şimdi de bilim insanlarının bir uğraşı oldu. Charles Darwin canlı türlerinin evrimi hakkındaki teorisini ortaya koyup bir de insanın maymunla akraba olduğunu söylediğinde yer yerinden oynadı, özellikle de din şoka girmişti. Ama Darwin dahi yaşamın nereden, ne zaman ortaya çıkmış olduğuna dair bir bilgi veremiyordu. Bugün de henüz ilk can nerede nasıl oluştuğuna dair kesin bilgi yok. Dünya muhtemelen oluşumundan sonraki 1 milyar yıl henüz canlı olmaksızın güneşin etrafında kaynayan bir kazan olarak dönüp durdu.

İlk organik moleküllerin bugünkü varsayımlar doğrultusunda okyanus derinliklerinde suyun içinde oluştuğu tahmin ediliyor. 1953 de Stanley Miller, laboratuvarda kapalı bir ortamda hidrojen, metan, amonyak ve subuharı içeren gaz karışımına elektrik yükü vererek bir miktar protein üretti; yaşamın elektro kimasal reaksiyonlar sonucu oluşabileceğini göstermeye çalıştıysa da, bu simulasyon henüz canlı hücre oluşumu sayılamazdı.


Başka bilim insanları ise yaşamın suyun derinliklerindeki volkanik bölgelerdeki kimyasal reaksiyonlarla oluşabileceğini göstermişlerdir. Diğer bazı bilim insanları ise ilk canlıyı oluşturacak moleküllerin meteorlarla uzaydan gelmiş olabileceği kanısındalar; onlara göre de henüz yeryüzü kabuğu sıcak olduğundan ilk tek hücrelilerin denizlerde oluşmuş olması gerekiyor. Canlıyı oluşturabilecek bu moleküllerin uzayın soğuğunu ve de ultraviole ya da gamma ışınımı altında var kalabilme ihtimali öncelerde şüphe ile karşılanmasına karşın bazı deneyler türlü bakteri ve mikroorganizmaların dayanıklılığı konusunda bu şüphelerin de yersiz olduğunu göstermiştir. Kuyruklu yıldızların buz kütleleri içinde taşıdıkları tonlarca kozmik toz halen gün be gün yeryüzüne yağmaktadır. Anlaşılan gök tanrısı Uranüs toprak ana Gaia’yı mitosda anlatıldığı gibi döllemeye devam ediyor.


Bilim insanlarının yıllardır izah etmeye çalıştıkları asıl mesele ise, bir canlı oluşturma ihtimali olan bir molekülden gerçekten yaşayan bir organizmanın nasıl oluşmuş olduğudur. Evrimbilimcilerin hemfikir olduğu teze göre yeryüzündeki yaşam kendini kopyalayarak çoğalabilen bir nükleik asit ile başlamış olmalı.

Canlıların Evrimi

Son bulgular doğrultusunda, canlı yaşamı oluşturabilecek ilk organik moleküllerin ilk kez 3.7 milyar yıl önce oluştuğu tahmin ediliyor.


3,5 milyar yıl öncesine ait fosillerin içinde tespit edilen Archealar ise bugüne kadar yapılan belirlemelere göre yeryüzünün ilk canlı organizmaları olduğu, bugün yaşayan tüm canlıların da bunlardan türemiş olduğu düşünülmektedir.


Archaea’lar gibi, bakteriler, cyanobakteriler ve mavi algler de tek hücreli ve çekirdeksiz yapıda olup prokaryotlar olarak sınıflanırlar.


Prokaryotların gelişmiş, evrimleşmiş hali olan ökaryotlar da tek hücreli olup, çekirdekli bir yapıya sahiptirler. Alg, maya ve küf gibi basit canlılar bu gruptandır; hücre yapıları itibarı ile hayvanlara ve bitkilere daha yakındırlar.


Bugün halen Avustralya kıyılarında görülen Stromatolitler, 3 milyar yıldır yeryüzünde yaşayan tek hücreli bir cyanobakteri türü tarafından yapılmış olup, canlının sudan karaya çıkışının da ilk izlerini taşırlar.


Canlıların gelişmeleri tek hücreli yapıdan çok hücreli yapıya geçmeleri ile başlar. Çok hücreli canlılar günümüzden tahminen 1.5 milyar yıl önce ortaya çıkmaya başlamışlardır.


Denizlerdeki ilk bitkisel yaşam günümüzden 700 milyon yıl önce ortaya çıkıyor. Fotosentez yetenekleri ile atmosferi oksijen bakımından zengileştirmeye başlayan bu canlılarla bilikte, giderek artan sayıda yeni türün de evrim geçirerek yeryüzüne dağıldıkları görülüyor. İlk omurgasızların da bu dönemde ortaya çıktıkları tahmin ediliyor.


Karadaki ilk bitkisel yaşamın günümüzden takriben 400 milyon yıl önce başlamış olduğunu biliyoruz.


150 milyon yıl önce ortaya çıkan Dinazorlar 65 milyon yıl önce aniden yok olurlar; bu dönemde büyük bir göktaşının dünyaya çarpması sonucu dinazorlarla birlikte diğer bir çok canlı türün de bu felaket sırasında yok oldukları tahmin ediliyor.

Yeryüzünde ilk memeli türlerin ortaya çıkması tahminen günümüzden 125 milyon yıl önce gerçekleşmiş olduğu düşünülüyor. İnsanın da ait olduğu Primat grubunun ilk fosil örneklerine ise günümüzden 80-90 milyon yıl öncesinde raslıyoruz.


Primatlar da o dönemde dinazorların yok olmasına neden olan felaketten etkilenmiş olmalı ki, bulgular onların da ancak 55 milyon yıl kadar önce çoğalarak yer yüzüne dağıldığını gösteriyor. Diğer insansı maymunlarla birlikte çağdaş insanın da ilk ortak atası kabul edilen, iki ayak üzerinde duran canlının evrimi içinse henüz 50 milyon yıl geçmesi gerekiyordu. Bu canlının yaklaşık olarak günümüzden 6.5 milyon yıl önce Afrika'da ortaya çıktığı tahmin ediliyor.